Hükümetin adını demokratikleşme paketi koyduğu paket, hem hazırlanış ve sunuş usulü, hem de esası itibarıyla, demokratik katılımın ve temsilde adaletin önüne yeni bariyerler koyarak kültürel-eşitsizliği inceden kurumsallaştırma yoluna gitti. Daha önemlisi, bu paket aslında yine “bu devletin gerçek sahipleri müslüman Türklerdir ve gerisi teferruattır” demiş oldu.
Önceki bürokratik rejimden farklı olarak hükümet bu paketle -ana dilde eğitimi özel kolejlere havale etmek suretiyle- Ahmet İnsel’in de doğru tespit ettiği gibi Kürtleri de diğer gayri-müslim kimlikler gibi azınlık statüsüne indirgedi. Malum, Lozan’dan beri azınlıklar kendi cemaat imkanlarıyla (vakıfları aracılılığıyla) artık sayısı çok azalmış okullarında Türkçe’nin yanında kendi dillerinde eğitim yapmaktadır. Kamu bütçesinden kaynak alamadıklarından dolayı bu okulların ölüm kalım mücadelesi içinde olduklarını söylemekle yetinelim.
Anadil ile ilgili düzenlemeye daha ayrıntılı baktığımızda son paket Kürtleri azınlık statüsüne indirmenin ötesinde muhtemel etkileri itibarıyla bizi çok daha derin ve çetrefilli bir durum ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu meseleyi birbiriyle ilişkili iki farklı noktadan değerlendirmeyi öneriyorum. Buna geçmeden evvel fazla akademik dile kaçmadan bir çerçeve olması maksadıyla Türkiye’de AKP iktidarı ile son 10 yılda devletin bürokratik rejimden neoliberal şirket devlete doğru dönüşmesini anlatıp bu zeminde paketi yorumlayacağım.
Devletin şirketleşmesi meselesi, kısaca yöneticilerin toplumu bir “işletmeci gözü” ile idare etmesi meselesidir. Adına çokça neo-liberalizm denen şey kamu kurumlarının (başta sağlık, eğitim ve güvenlik olmak üzere) faydalılık, karlılık ve performans kriterleri üzerinden yeniden yapılandırılarak özel şirketlere devredilmesi, güvencesiz çalışma koşullarının ve taşeronlaşmanın kamu alanılarına sirayet etmesi, herkese ait olan kamusal ve kentsel mekânların hizmet, kalkınma, kentsel dönüşüm ve çılgın projeler gibi pek fiyakalı gerekçelerle devlete akraba müteşebbislere mülk olarak tanzim edilmesi gibi pratikler üzerinden yürümektedir. Bu süreçte daha da önemli olan şey devletin bürokratik yapısının global şirketi kendine model alarak dönüşmesi, şirketin örgütlenme ve yönetme kriter ve tekniklerini kendine ölçü alarak yeniden yapılanması ve toplumsal ve siyasal alanı bu şirket rasyonalitesi ile idare etmesidir.
Pakete dönersek. Son 10 yıl içeresinde bu şekilde dönüşen devlet, sermaye ve toplum ilişkileri bağlamında AKP’nin ustalık kokan son demokratikleşme paketi neye tekabül etmektedir, bu hamlenin arkasında nasıl bir siyasi ve idari akıl yatmaktadır? Ya da, devletin bürokratik yapıdan şirket yapılanmasına doğru dönüşme sürecinde anadille ilgili yeni düzenlemeler ne anlama gelmekte, bu kimlerin işine yaramaktadır?
Birinci olarak, bu paket, Kürtlerin eşitlik talebine –ki Kürtlerin gözünde eşitliği sembolize eden temel parametrelerden biri kamu okullarında Kürtçe eğitim yapılabilmeleridir- pek sofistike bir yanıt vererek, beynelmilel ölçekte kolektif bir insan hakkı olarak kabul edilen anadilde eğitim hakkını özelleştirerek, bu hakkı piyasada satın alınabilir bir metaya, lüks bir tüketim malzemesine dönüştürme amacındadır. Böyle yaparak devlet, kemalist rejimde olduğu gibi doğrudan kamu okulları aygıtıyla Kürtleri asimile etmekten ziyade, hukuki alanı düzenlemek suretiyle kendine yakın şirketlere cazip imkanlar sunarak, mesela arazi tahsisi, faizsiz kredi, vergi muafiyeti gibi şeyler ihsan ederek, milli cemaati kurma işini özel misyoner-şirketlere, vakıflara ve kendini hizmet hareketi gibi gören gönüllü inisiyatiflere delege etmiş olmaktadır.
Bütün bunları yaparken bir taraftan Osmanlı’ya referans vermekte, Osmanlı’nın azınlıklarına ne kadar feraset ve hoşgörü ile muamele ettiğinin propagandasını yapmaktadır. Diğer taraftan, liberalizme referanslar vermekte, liberal çok kültürlüğü içeriğini bozarak Türkiye bağlamına aktarmaktadır.
Paket açılırken içinden tek bir defa bile eşitlik kavramının çıkmamasının, bunun yerine paketten hoşgörü, empati ve kardeşlik kavramlarının fışkırmasının kerameti bundandır: Esası eşitsizlik, inkar ve dışlanma olan bir meseleyi bir hoşgörü meselesi olarak kurmaktadır. Bu dil, bu zihniyet liberal çok kültürlülüğün alaturkasını peydahlamakta ve bunu yeni bir ürün olarak bize paketlemektedir. Bu da inkar yerine kısmi ve stratejik tanıma siyaseti ile toplumsal ve siyasal alanın yeniden biçimlendirildiği yeni bir rejim demek. Bu rejim dışlanmış kimlikleri belli bir mesafede tutarak ve bu kimlikler arasında farklı hiyerarşiler kurarak, onları kısmen tanıyıp kısmen inkar ederek idare etme rasyonalitesine dayanıyor.
Bunları eylerken Kürt meselesinde devletin kolonyal geçmişinin üstünü örterek, ekonomik yoksullukları ve sınıfsal ayrışmayı, etkinleştirilmiş sınıfsal iş bölümünü görmezden gelerek, toplumsal yeniden yapılanma sürecinde kaynakların yeniden dağılımına hiç dokunmayarak, geçmiş felaketlerle hiç yüzleşmeyerek, Kürt meselesinin esasına dair olan meseleleri görünmez kılarak ve Kürtler’in özgürlük, eşitlik ve egemenlik paylaşımına dair asıl taleplerini, ya bireysel haklara ya da bu hakları özelleştirerek azınlık statüsüne indirgemek suretiyle vatandaşlık meselesini çözmeyi hedeflemektedir.
İkinci nokta, şu sorunun analizinde gizlidir: Ezici çoğunluğu küçük üretici köylülerden veya zorunlu göçle metropollerin varoşlarına itilmiş güvencesiz sektörlerde proleterlermiş olan Kürtler bu temel haktan nasıl faydalanacaklar? Kürtçenin herkesin erişemeyeceği bir lüks tüketim malzemesine dönüşmesi durumu Kürtleri tatmin etmekten çok, getireceği sonuçlar itibariyle, onları daha da yaralayacak niteliktedir: Bu paket Kürtleri, anadilini öğrenmeye değenler, yani imkan sahibi olup da söz konusu lüks metaya erişimi olan orta sınıf makbul Kürtler ve bu insan hakkına değmeyen Kürtler, yani değersiz yoksul Kürtler diye ortadan yararak, yeni bir tür sınıf-ırkçılığı da icat etmiş ve bunu süregelen kolonyal geleneğine eklemiş oluyor. Mülk sahibi olan vergi mükellefi Kürtler dilerlerse çocuklarına piyasadan anadillerinde eğitim satın alabilirler, fakat ezici çoğunluğu kırsal alanda kendi hane ekonomisi çok zor koşullar içinde döndürmeye çalışan küçük meta üreticisi, ya da zorunlu göçle varoşlara tıkılan milyonlarca kent yoksulu Kürtlere: “siz Türkçe eğitim yapan devlet okullarına giderek Türkleşmeye devam ediniz ” demiş oldu.
O halde -Nazan Üstündağ’ın geçenlerde paketle ilgili güzel bir yazısında da belirttiği gibi- devletin bu yeni haktan/hizmetten yararlanabilmesi için Kürtlerin önemli bir kısmını ilkin orta sınıflaştırması lazım gelir. Yani Kürdistan coğrafyasını ve doğasını piyasalaştırması ve bölgeyi ekonomik olarak -yatırıma boğarak- ihya etmesi gerekir ki, “doğulu” vatandaş kendi dilini tüketebilme kapasitesine erişebilsin. Böylece peydahlanmış yeni Kürt orta sınıf hem ekonomik olarak ihya edilecek hem de farklı kalma arzusu bir nebze olsun tatmin edilmiş olacak ki vatana-millete hayırlı dindar nesiller yetiştirebilsinler. Muhtemel bir senaryo bu.
Peki ya orta sınıflaştırılamayan ve Kürtlerin ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul Kürtler ve onların şiddetin ve aşağılanmanın içine doğmuş çocuklarına ne olacak? Bir başka muhtemel senaryo ise bu sorunun yanıtında gizlidir: Onlar da hayırsever müteşebbis teşkilatların ve vakıfların merhametine bırakılacak. Çevik ve parlak olanları Türkçe’nin yanında Kürtçe eğitim veren bu misyon sahibi okullarda yemekli-yataklı-burslu okuyarak devşirilecek. Kendilerini gönülleri fethetmeye adamış bu misyoner şirketler çok ciddi kazançlar gütmeksizin asi Kürtlerin ruhlarına ve bedenlerine İslami kardeşlik üfleyerek milli ve kutsal hizmetlerini sabırla icra edebilecek. Cılız ve vasat olanlar ise ya hizmet sektörüne ara eleman olmak üzere meslek okullarına, ya da camide hizmetli olmak için imam hatiplere yönlendirilecek.
Dolaysıyla nasıl ki disipliner bürokratik devletin “bölge yatılı okulları” geçmişte inkârın ve asimilasyonun temel bir aygıtı oldularsa, hayırsever müteşebbislerin ve vakıfların özel okulları ve kolejleri de neo-liberal şirket-devletin temel asimilasyon aygıtları olarak yoksul Kürtleri yeni tüketici-dindar kimlik içinde eritebilecekler. Türkiyeli gayri-müslim vatandaşlar bu hayırsever misyoner okulların müşteri profilinin kapsamı dışında kalıyor, kapsam içinde kalan Kürtler bu sebeple gayri müslimlerden hem nicelik hem de nitelik olarak farklılaşıyor.
Başka bir ifadeyle, yeni şirket devlet rejimi Kürt vatandaşının terbiyesi gibi ulvi bir görevi sivil alanda iş gören devletle ahbap olmuş taşeron eğitim şirketlerine havale etmeyi yeğlemekte. Bize bunu müjdeliyor bu paket diyebiliriz. Şirket-devlet emeğin ve ulusal kimliğin yeniden üretimini sivil topluma, vakıflara, ve taşeron şirketlere delege edecek ve böylece herkes memnun olacak: Şirket-devlet egemen kalacak, taşeron şirketler kazanacak, hassas Türkün bölünme endişesi (özünde ötekiyle eşitlenme endişesi mi desek) giderilecek, Kürt de bir nebze tatmin edilecek. Daha ne yapsın şirket-devlet. (BK/EKN)
* Bülent Küçük, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü